29 Ağustos 2012 Çarşamba

Görüntü

Kadının erkek hali ya da erkeğin kadın hali. Görüntüyle mi, yoksa asıl olanla mı ilgilendiğinizle ilgili bir durum.. Ya da boşverin böyle şeyleri düşünmek kafanızı yorar. Nerden kafanıza soktum değil mi,(?) hayatınızda sırf görüntüleri için var olan şeyleri sorgulamayı. Allah benim belamı versin tamam.
Özürdilerim. Hadi hoşçakalın.

19 Ağustos 2012 Pazar

Şekerli Mutluluklar

Yeni ilişkiler heyecan vericiydi ama emek harcamak da gerekiyordu. İnsanlar başlangıta ilginçtiler. Daha sonra, yavaş yavaş ama kesinlikle bütün defolar ve çatlaklıklar ortaya çıkardı.!

Şu kadın; gözleri hafif çekik ve kocaman olan! Bana hep ayın 14'ünü hatırlatıyor.. Kimi sanat yapanlara ayın 14'ü tanıdık gelir. o gün, ay o kadar net, o kadar parlak ve kocaman gözükür ki, ışıl ışıl, dünyaya yeni bir enerji verir ışığıyla.. Gözleride aynı böyleydi..Ayın 14 ü gibi...
 Tepkileri net, gülüşü içten ve gözleriyle. Ne kadar uzun zaman oldu bilmiyorum, gözleriyle gülen bir insanla konuşmayalı. bu yuzden yüzümdeki şapşal sırıtma bi kaç zamandır hiç kaybolmuyor.

Tüm bu güzelliklere rağmen;

Aşık olmadığıma, bu dünyada mutlu olmadığıma memnundum.. Hiç bir şeyle barışık olmamayı seviyordum. Aşık insanlar genellikle alıngan ve tehlikeli olurlar. Perspektiflerini ve mizah duygularını yitirirler. Sinirli kafadan çatlak olurlar. Hatta katil bile olabilirler! Evet katil, doğru bu, olabilirler...
 Ve bu durum yaptığın ve yapacağın onca güzel şeyin, -saniyenin binde biri gibi bir hızla- önüne geçer.
Hep hatırlanacak olan budur.

Çokta kafaya takmamak gerek klişesinin doğruluğu beni delirtiyor.. Olaylara ciddiyetle bakmak yerine, çok önemsemeden, rahat davranarak hayatına devam etmek insanı sorunlardan uzak tutuyor. Bununla birlikte kaybettiğin şeylerde var tabiki..

Bayramlar ve çocukluk. Cuma günü tam 135 çocuğa elimi öptürdüm. Çok güzeldi :) Aldığım şekerleri yerlerken yüzlerindeki mutluluk ifadesinin fotoğrafını çekseydim discovery fotoğrafçılarıyla yarışırdım :)

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Cadde üstünde bir ev

Etrafa fark ettirmeden bakıyordum gözlerine. Salt heyecan. Onunla konuştuğum zamanlarda daha sık nefes alıyorumdum. Göz göze geldiğimizde daha sık. Dudaklarını izliyor, kıvrımlarını ezberliyordum o konuşurken. Yanından ayrılırken bile bir sonraki buluşmanın hayalini kuruyordum. Neler yapacağımızı neler yaşayacağımızı düşünüyordum. Ayrıldığımızda, aklımda oynadığım yeni bir oyun vardı artık. Bir sonraki buluşmayı yaşıyordum. Saatlerce oturup neler konuşacağımızı diyalogluyordum. Elini tuttuğum anı, tenine yaklaştığımda hissettiğim heyecanı, onu öptüğümde nefesimin ritmini, o anda hissediyordum. Günün en anlamsız saatlerinde mesajlar atıyordum. Ne yapıyor, ne konuşuyor, ne düşünüyor, mutlumu, yoksa canını sıkan bir şeyler mi var, yürüyormu, yoksa sadece ayaktamı duruyor, gün içinde çok fazla yoruluyormu gibi sorular hep aklımdaydı ve genelde cevaplarını kendim veriyordum. Merakla düello gibiydi. Kazanırsa mesaj atıyordum ve bu sorulardan bir kaçını ona soruyordum. Eğer ben kazanırsam kendi verdiğim sıradan cevaplara kanıp başka şeyler düşünmeye çalışıyordum. Saf merak.
Evi cadde üzerinde ve evime çok yakındı. Varolmak için eşsiz bir fırsat. Çok az insan bu kadar şanslı olabiliyor. Bunu istemediğine emindim fakat günün her anında görebilme şansım vardı onu. Kapısını çalıp ona bir gül uzatıp gitmek bile kafi geliyordu çoğu zaman. Çocukken bi kılişe vardı; İnsan sevdiğine dokunamaz derlerdi. Aksine insan sadece sevdiğine dokunabilir. İnsanı heycanlandıran sadece sevdiğinin teni, kokusu olmalıdır. Başka birisinede aynı heyecanla dokunabiliyorsan bi sorun var demektir.
Açlık ve yaşanmamışlığı sevgiyle karıştırmak en büyük ahmaklıktı günümüzde. Ne kadar çabuk tükkettiğimizin cevabıydı aslında bu. Halbuki saatler hızlı akarken, birbirimizi o denli ağır çekimde yaşamaktı sevgi. Çok az çiftin bunu becerebildiğini görmek beni rahatsız etmiyordu.
Bir kadını daha önce neden bana rastlamadığına pişman etmeyi seviyorum ben. aşk konusu sıradan. daha farklı birşeyler olması gerek. samimiyet ve dürüstlük gibi..
Yolun başı, daha kontağı çevirmeden gaza basmakla eş değer bi yaşanmışlık bu.
Bugünlerde evde durmak sıkıyor. Bunca yoğunluğun ve sıcağın arasında kendimi dışarda buluyorum sürekli.
İnsanların birbirlerine nasıl davrandıklarını, baktıklarını gözlemliyorum. Hastalıklı, kanserli bir hücre gibi çoğu. Dürüst değiller ve gerçekte ne istediklerini söyleyemeyecek kadar korkaklar.
Alışılageldik ve öğretilmiş hayatlar yaşamaya devam ediyorlar.
Ben çok daha farklısını hayal ediyorum..


13 Ağustos 2012 Pazartesi

Zaaf

İnsanlığın pek çok zaafı vardı. Fakat iki temel zaaf olarak şunları söyleyebilirim; zamanında gelememe ve sözünü yerine getirememe. Korkunç bir saadakatsizlikde cabası. Aldatma, bir şeyi gerçekten oluyormuşcasına heycanlı bir şekilde anlatma, gerçekten olan bir şeyi, hiç olmamış kadar inandırıcılıkla anlatma. Yalan tabiki. Ve daha bir sürü şey..
Bundan çok kısa bir zaman önceydi. Altılık efes alıp edepsiz öyküler yazdığım dönem. Ülkede ne kadar tanınmış yeraltı edebiyatı dergisi varsa hepsine gönderiyordum yazılarımı. Bir çoğu ''okuyucularımızın, okuyabileceği türden öyküler yazarsanız bunları dergimizde seve seve yayınlarız'' cevabını gönderiyorlardı. Bende onlara '' okuyabilecekleri şeyleri başkaları yazıyor zaten ve oldukça samimiyetsiz'' diyordum. Buna rağmen bir kaç dergide yazımı yayınlatmayı başarmıştım. İstanbul Beyoğlusunda, sokak arası kafelerine ücretsiz dağıtılan arka kapağına tamamen reklam alan dergiler.
İşim gereği İstanbula gittiğim çok oluyordu ve bunlardan birinde kendi yazımı okumak için o kafelerden birine gitmiştim. Oldukça nezih bir ortam vardı. Mum ışıklarıyla aydınlatılmış bir iç mekan ve sokağa açılan kapı önünde dizilmiş masalar. İstisnasız herkes bira içiyordu. Yalnızdım ve bir birada ben söyledim. Mekandaki adamlar ve kadınlar dikkatimi çekti. İyi görüntülerine rağmen oldukça mütevazi bir oturuş ve sohbetleri vardı. Kadınlarının hepsinin biraz dünyevi olmakla birlikte, hafif bir mizah duygusu vardı. Ruhları yeteri kadar donanımlı, konuşmaları samimiydi. Bir çoğunun elinde kitap vardı. Sohbet arasında kitaba dalıp kırmızı kalemle bazı cümlelerin altını çizdiklerini görüyordum. Bu oldukça yeterli bir sebepti sohbet için.
Kitap okumayan insanlardan korkardım çünkü. tepkileri ve düşündükleri belirsizdi. 20-25 yıl yaşayıp her çeşit insanı gördüğünü iddia eden, bu her çeşit insanada aynı bakış açısıyla yaklaşan tiplerdi. İki farklı insanada aynı ezberlediği yöntemle davranırlardı. Fakat her zaman karşınıza çıkmamış türde biri vardır ve o güne dek bildiğiniz ya da yaşadığınız hiçbir şeyin yararı olmaz. Tam anlamıyla ne yapacağınızı bilmez bir durumda öylece kalırsınız.
En yakınımdaki masaya gittim ve ücretsiz dağıtılan ''sokak arası'' dergisinden nerede bulabileceğimi sordum. iki tane kadın ve 1 tane adam oturuyordu masada. Kadınlardan biri sandalyesini çekip ayağa kalktı, o an aklıma yazdığım öyküler geldi. Yüksek topuklu ayakkabı, diz parıltısı, ve o harika elbisenin içinde salınan esnek vucudu girdiği şekle sığmayan bir ruh gibiydi. Sıvı halinde akan bir ateşti neredeyse. Uzun parlak ipeksi saçlar her hareket ettiğinde sağa sola dalgalanıyordu. Çok neşeli bir yüz ifadesi vardı. İçeriden bir dergi alıp geldi. Yalnız olup olmadığımı ve masalarına oturup oturmak istemediğimi sordu. Oturdum ve biraya orada devam ettim. Sohbet oldukça samimiydi. Dergide bana ayrılan sayfaya onları dinlerken göz gezdirdim ve derginin bende kalıp kalamaycağını sordum. Şehvetli bir gülümsemeyle tabiki diye seslendi bana. Neredeyse saatlerdir oradaydım. Sonradan sevgili olduklarını öğrendiğim diğer kadın ve adam ayrıldı bizden. Yaz aylarına yaklaşmıştık fakat hava hala erken kararıyordu. Ben kaşarlı tost ve kahve söyledim her zamanki gibi. Oda çorba söyledi tavuklu. Öğrenciydi İsanbulda ve gerçekten standartları yüksek bir hayatı vardı. Diğer öğrencilere nazaran.. Yemeklerimizi yedik ve bildiği daha eğlenceli bir yere götürdü beni. Müzik daha hareketliydi ama insanlar hemen hemen aynıydı. Dans edip biraya devam ettik. Bir kaç insan daha katıldı bize orada. O gece çalıştığım yerin misafirhanesinde kalıyordum ve dönmem gerekiyordu. Dışarı çıkıp biraz yürüdük arabasına kadar. Beni bırakabileceğini söyledi. Zira böyle bir teklif yapmasaydı o kafayla nasıl giderdim bilmiyorum. Gece 1 sularıydı ve nerdeyse misafirhaneye yaklaşmıştık. Telefonum çaldı ve arayan misafir hanedeki oda arkadaşımdı. Geceyi başka bir yerde geçireceklerini ve misafirhaneden çıkış aldıklarını söyledi. O andan itibaren kalacak bir yerim yoktu. Konuşmaya şahit olduğu için ben hiç bir şey söylemeden yolunu değiştirdi. Yirmi dört saat açık bir marketin önünde durdu. Tam sayısını bilmiyorum ama iki poşet birayla arabaya döndü. arka koltuğa biraları koyup sürmeye devam etti. Beni kaldığı evde misafir etmek istediğini söyledi. itiraz etmedim. Neredeyse sabahın ilk ışıklarına kadar sohbet ettik. Çocukluğumuzdan o ana kadar herşeyi birbirimize anlatmıştık... Biradan dolayı yüzümün kızardığını hissettim.. İçmeyi bıraktım. Bana yatacak bir yer gösterdi ve sabah ikimizde erken kalkıcaktık.
İnsanlığın temel iki zaafından hiç birine yakalanmazsan, hayat sana şansı getiriyordu. Diğerleri pek önemli değildi. Bir yere zamanında varabilme ve sözünde durma içgüdüleri insanı hayal edemeyeceği noktalara getirebilirdi.
O İstanbul macerasından tam 5 ay sonra, her an içinde olduğum için beni hiç heycanlandırmayan Galatasaray maçlarından birinde bu zaaflardan en önemlilerine denk geldim.  Çirkin kadınlara müşfik davranır, güzel kadınlardan iğrenirdim. Hayat yoktur onlarda, mükemmel yüzlerinden ve vucudlarından başka bir şey düşünmezler.  Yüzeyseldirler. İçleri yoktur.. En pahalı mekanlarda sırf popüler ve pahalı oldukları için yemek yer, en lüks mekanlara, lüks insanlar gittiği için gider, yanlarında gösterişli insanların olmasını isterler. Erkek egemen bir toplum istemedikleri gibi, bir şey yapılması gerektiğinde erkeğe bırakırlar. Bu genelde para ve güç isteyen şeylerdir..
Daha içsel bir şeylere ihtiyacı var bu tiplerin. Hayal kurmaya mesela, daha soyut şeyleri benimsemeye, sevgiyi mesela. Gösterişli bir yemeğin tadına bakmadan ne kadar güzel olduğunu düşünmemeye ihtiyaçları var. Fakat zor. Öğretilmiş hayatlar yaşıyoruz. Birinin tüm o bildiği yüzeysel şeylerden kurtulup gerçekliğe adım atması gerçekten sabırlı bir düşünce sistemi gerektiriyor. Ve yanında ona eşlik etmesi gereken zır bir insan.
İstanbuldan döndükten sonra o denli iyi hissettiğim bir kadınla karşılaşmamıştım. Ta ki bundan 1 ay öncesine kadar. Sevebileceğim aşık olabileceğim türden bir kadın.. Gerilimsiz bir birlikte akıştı maça kadar. Futboldan hep nefret etmişimdir zaten. Elimde olsa ülkedeki futbolla ilgili herşeyi 2 sene ortadan kaldırırım. Ve hayatımda gördüğüm en platonik sevgi, insanın tuttuğu takıma karşı olan sevgisidir. Taraftarı için, ağız dolusu küfürler sarfeden bir yönetici kadrosu ve oldukça samimiyetsiz ve mecburiyetten sadece daha fazla para kazanmak uğruna, taraftarın sevgilisi olan futbolcular. Benim ona sevgimden bile daha platonik bu.
Bu arada, sayın sevgi, bunu saymam bidaha bekleriz =))

12 Ağustos 2012 Pazar

Olimpiyatlar

Bugün kapanış var. Bilmem kaç tane sporcu olimpiyatlara katıldı Türkiyeden. Çoğunun antrenman yaptığı alan, sıradan insanların gidip spr yaptıkları alanla aynı. Artık siz düşünün motivasyonu! Yarısından fazlasının bankaya, tefeciye, oraya, buraya borcu var. Millilikten alınan aylık ücret 450 ile 800 TL arasında değişiyor. Yarışmalarda alınan başarının ödülünü milliyetçiliğe; '' Oğlum/kızım siz bu ülkenin evladınısınız ve aldığınız başarı sizin ve ülkemizin onuru. Halkın size olan sevgisi en büyük armağanınız, ödülünüz.'' dayandıran bir zihniyet. Gazetelerin birinci sayfasında hep futbol...
Halkın olimpiyat bilinci, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede nasıl yüzücü çıkmazdan öteye geçmiyor. Lan beyni yok, kışın ortasında denizdemi yüzsün adamlar? Yoksa yüzme finalleri olimpiyatlarda istabul boğazındamı? Ülkede olimpik havuz sayısı ne kadar fazla ise, sporcuların bu havuzları kullanma imkanı ne kadar fazla ise başarı o kadar çabuk gelir.
Bir beden eğitimci olarak başarıya endeksli eğitimciler yetiştirilmemeside ayrı bir sorun tabiki. Milli eğitimin durumu aşikar.. Ders saatleri düşürülüyor. Çocuklar spordan uzaklaştırılıyor. Haftada 2 saatlik beden eğitimi dersinin yarısı giyinerek geçiyor zaten. Çocukların sınav ve hayat kaygısıda cabası. ''Hocam sınavımız var izin verirmisiniz test çözelim?!''
Başarılı olan sporcuların hepside Türkiyenin güzide ve imkanları yüksek takımlarında ( Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Belediyelerin desteklediği kulüpler) spor hayatlarına devam ediyorlar. Gelecek kaygısı olmadan.
Olimpiyatlarda başarının temelinin çok küçük yaşlarda atıldığı bir dünya düzeni var. Üniversitelerde yetiştirilen spor öğretmenlerinin ve antrenörlerin yeterlilik seviyesi yükseltilmeli, İlk öğretim ve ortaöğretimde beden eğitimi ve spor dersleri branşa özgü tekrar düzenlenmeli. Aileler eğitilmeli. İmam hatiplere değil spora yatırım yapılmalı. Zira, asıl adı Paul olan devşirme milli atletimiz Polat, başarısının ardından Türkçe bilmediği için kağıda yazılı olarak verilen '' Ne Mutlu Türküm Diyene'' yazısını düşürüp, ''Polat bir şey daha söyleyecektin'' denildiğin orta parmağını göstererek melamını anlatır.
Tabi böyle şeyleri basında göremezsiniz. Basın insanları uyutmak için haber yapıyor son 10 yıldır. Haber yapanlar, konuşanlar, dillendirenlerde, anında kendini kapı önünde buluyor.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

İnanç

İnsanların bu denli zıt şeylere bu katılıkla, bu enerjiyle, bu haklılıkla inanmaları nasıl mümkün oluyordu? Biri Tanrının varlığından bu kadar eminken bir başkası yokluğundan nasıl bu kadar emin olabiliyor? İnsanlar nasıl herhangi bir şeye inanacak kadar talihsiz olabiliyorlardı. Nasıl oluyor da bazı insanlar bir şeye inanacak kadar talihsiz olabiliyorlardı? Öte yandan hiç bir şeye inanmamak da bir inanç sayılmaz mıydı?
Ve polisler,  sanıyorum dokunulmaz ve nihai güçleri onları gülünç kılan. Güç bir kişiye verildiğinde bunun tehlikeli olabileceğini, o insanın kendisine verilen gücü istismar etmeden adil bir biçimde kullanabilmesi için sağlam bir ahlak anlayışına sahip olması gerektiğini idrak etmeliyiz. Kaldı ki Türkiye gibi bir yerde bu güç binlerce adama veriliyor ve bu adamlara silah, cop, kelepçe, telsiz, güçlü arabalar, helikopterler, biber gazı, ve köpek veriliyor ve aramıza salınıyorlar. Yinede o gülünçlük duygusu hepsinde kalıcı.

Sıradan Delilik Öyküsü

Yaşam az sayıdaki kadına hoş bir zerafet vermişti, kalanını görmezden gelmişti sanki. Bu tür tarifi zor bir güzelliği vardı.Gözleri hafif çekik, gülüşü içten, insanı kendine bağlayan bir konuşması vardı. Bana ilk gülümsediği anda içimden geçirdim, '' dünyadaki diğer tüm kadınlardan yırttım'' diye. İlk tanıştığımızda Amerikadaydı, uzun süre sohbet ettik. Güzelliğine, sohbetine, gülüşüne, yaşamına kapılmıştım. İşteyken eve gitmenin, evdeyken işe gitmemenin hayalini kuruyordum sürekli. İnsanların hayatlarını idame ettirebilmeleri için yapmak zorunda oldukları şeyler korkunçtu. Ve tüm bu kabusun içinde, bir kadın tüm o zorlukları unutturabiliyordu. Hikaye böyle anlatılmıştı bana ve bu bana oldukça komik gelirdi. Onunla tanışana dek..
Olağan ve sıradan kadınlara alışıktım. Bilindiği şekilde ilerlerdi her şey onlarla. Sorun çıkardıklarında kapıyı gösterebileceğin tiplerdir. Bana neden bu kadar somurtkan ve olumsuzsun diye bağıran kadınları hatırlıyorum  her şeyin daha iyi olabileceğini söylerlerdi hep. Olabilir herhalde; daha az bağırıp çağırarak mesela..
Oldukça çekici bir kadındı. Fotoğrafları sürekli masaüstümü neşelendiriyordu. Gülüşü bakışları gün boyu en çok hatırladığım şeydi. Sıradan bir kadına 3 gün bile tahammül edemezken, Türkiye ye dönene dek neredeyse her gün saatlerce sohbet ettik. Evlerimizin oldukça yakın olduğunu gelmeden 2-3 gün önce fark etmiştik. Yalnız yaşıyordu ve haftanın sadece 1 günü sabah beş buçukta kalkmak zorunda değildi.
O gün buluşacaktık akşam saatlerinde. Gün boyu ekrana baktım, yapacak daha iyi bir şeyim yoktu. Bir fotoğrafından diğerine, sonra diğerine, bir başkasına, o harika gülüşlerinde gezindim durdum. Birileri zamanı ben farkında olmadan geriye alıyordu sanki..
Aşk ve kahkaha vardı. Bundan daha güzel ve heyecanlı bir zaman geçirmemiştim. Topuklu ayakkabıları ilk dikkatimi çeken şeydi. Dar bir pantolon, üzerine yine dar, mavi bir bluz giymişti. Saçları düz ve havalıydı. Hafif makyaj ve alımlı bir gülümsemeyle karşıma çıktı. Gözlerimi ayıramadım uzun süre üzerinden. Yanında oldukça huzurlu ve rahat hissediyordum kendimi. Garipti, ama herkesin bir gülümsemesi vardı. Neredeyse lanet edilecek, üzüntü verecek bir durumdu  bu. Ama herkeste vardı işte. Baş başa güzel bir yemek ve ardından ufak bir kayıp macerası. Sıcak çikolata hayaliyle gidilen deniz kenarı bir mekanda içilen bira ve her içimde daha da güzelleşen bir sohbet. Bu seferde birileri saati ileriye alıyordu sanki ... :)
Sokak yine mutsuzdu.. Yürüdük yarım saat kadar. Dünyadaki diğer tüm insanlardan daha yakın hissediyordum onu kendime. Bu benim için oldukça korkutucu bir durumdu. Ödlek bir tavuktan daha beter olabilirdim. Yine de iyi hissediyordum kendimi. Birini sahiplenmek aynı zamanda kaybetme korkusunu getirirdi. Ama şundan emindim; bir insana layık olduklarını tattırmak, az da olsa sevgisini kazanmak, onu güldürmek, heyecanlandırmak, en önemlisi de sevmek, dünyadaki tüm korkulardan daha güçlüydü.
Eve döndüm balkonda kahvemi içtim. Uzun soluklu hayallere , planlara ne kadar alışık olmadığımı fark ettim. Odama geçip komedi dükkanı açtım, gülebiliyorsam gülmek, ve huzurlu bir uyku istiyordum. Sabah beş buçukta yeniden buluşacak, dünyadaki diğer tüm kadınlardan vazgeçmek için tek sebebimi uyandıracaktım :)